Daha önce de, başka mülahazalarla, bu sitede köy ve köylüler ile ilgili yazılarım olmuştu.
Yazın sıcağından, beton binaların kasvetinden ve baş döndürücülüğünden; asfalt yolardan yüzümüze ve bedenimize yansıyan güneşinin şiddetinden; tozlu ve kirli havanın bunaltıcılığından; kalabalık trafiğin sıkıcılığından; terden, nemden ve vesaire sıkıntılardan korunmak, kurtulmak için her yaz mevsiminde, bir nebze olsun, soluğu köylerde alıyoruz.
Seküler hayatın girdabına girmiş insanların güneş-deniz-kum diye yollara düştüğü; deniz kıyılarını doldurduğu yaz günlerinde, bizim gibi çocukluğunu köylerde geçirmiş köylü çocukları, püfür püfür esen rüzgârların, yeşilliklerin bir örtü gibi her tarafı örttüğü, buz gibi akan suların şırıltısının insana huzur verdiği yerlerde bulunması en büyük ayrıcalıktır diye düşünüyorum.
Biz şanslı insanlarız. Samimiyetin, misafirperverliğin yavaş yavaş kaybolduğu mekânlardan kısa da olsa, ayrılmak ve eskiyi yâd etmek ne güzel!
Tarla kazmış, hayvan otlatmış, mısır soymuş, karık karımış, odun taşımış; balta, kazma, orak, kürek, kerinti tutmuş… bir nesilden geliyoruz. Köylülüğümüz de bundandır.
Köyde tabiat o çocukluğumun tabiatı. Kendi değişmemiş. Lakin insan değiştiği gibi tabiatı da hırpalamış, tahrip etmiş. Buna rağmen köyde uyku başka; yenilenlerin, içilenlerin tadı başka. Havanın, suyun kokusu ve tadı başka.
İnsanların değişmesi ve tabiatın hırpalanması sonucu köyde çok şey eskisi gibi değil artık.
Yolların açılması, arabaların çoğalması, doğru dürüst bir korumanın olmaması, yapılamaması/yapılmaması sonucu dereler sahipsiz kalmış ve balık nesli yok olmuş.
Şehirlerdeki müzik şenliklerinin (festival demiyorum; bizim değil) yerini köylerde düğünler almış. Köy düğünleri konserlerdeki gürültüleri aratmaz olmuş. Ayrıca köyün bilinen en eski mezarlığının dibinde bangır bangır müzik sesi, bunun adına da düğün deniyor!? Pes doğrusu.
İneklerin, kuzuların sesi fındık bahçesinden ve yabandan daha gelmiyor. Yaylalara giden koyun, keçi, sığırların başlarına takılan ve onların gerdanlığı olan kelek ve çan seslerinden hiç haber yok.
Ormanlar yalnızlaşmış. Karaağaç/kızılağaç, meşe, gürgen, avu, özüllük, düdüklük, sedir, kestane, ıhlamur gibi ağaç türleri dağ başlarına yol tutmuş, köyleri terk etmek üzereler.
Kedilerin, köpeklerin, horozların sesinin yerini çakalların sesi almış.
Hayvancılık kalmamış; sütün kokusu ve köpüğü, ayranın hası ve tazesi, yoğurdun kaymağı nerede artık?
Mısırın közde patlarken çıkardığı ses bile yok olmuş. Çünkü ata yadigârı mısırların yerini genetiği ile oynanmış mısırlar almış.
İnsan şehir hayatının hay huyları içinde ömrünün nasıl geçtiğini fark edemiyor. Ne yazık ki, insan dostları ile, yarenleri ile halvet edemiyor; baş başa kalamıyor şehirde. Kendini dinleyemiyor, kendini dinlendiremiyor, kendini demleyemiyor. Şehrin angaryası çok da çok.
Heyhat, sahteliklerimizden, şehre mahsus merasimlerimizden ve maskelerimizden sıyrılamıyoruz, soyunamıyoruz, köyümüze geldiğimizde.
Köyden, köy hayatından uzaklaşan hayatın ve anlayışın, gölgesi ve meyvesi olmayan bir ağaçtan ne farkı var?
Ahmet TESNİMÎ (Sakarya-25.09.2017)