Çocukluğum, ilk hatırladığım yıllarından beri, yayla-cenik arasında geçti. Koyun sürüleriyle, büyükbaş hayvan sürüleriyle her bahar yaylaya göçerdik; her güz de köye dönerdik.
Yayla hayatının, özellikle çocuklar için, gecesi- gündüzü olmazdı. Sadece gecenin belli saatlerinde uyku vardı. Sabah uykusu dağlarda, taşların arasında, takaman altında kalırdı. Onun dışında sürekli koyun, kuzu ve inek peşinde koştururduk. Hasta olmak yoktu. Hastalanmak, istenmeyen en son şeydi.
Bir defasında hasta olmuştum. Nedenini bilmiyordum. Rıza’nın kahvesinin yanındaki değirmen pendinin kuzeyine bakan taşlarının üstünde uyuduğumu söylüyorlardı.
Geceleri uyuyamıyor, yatağımın üzerine oturuyor, çeşitli varlıkları, canlıları görüyordum. Neneme, “bunlar kim, bu varlıkların ayakları niye ters, bu canlıları kovsana”, diyormuşum.
Bu hastalığımı, değirmen pendinde bıçağın üzerine düşmesin diye, belimden kınlı çoban bıçağımı alan, Hacı’ nın Hamdi’nin oğlu arkadaşım Mustafa’nın, elimden tutarak, beni neneme teslim etmesiyle fark ettim. Yolda sık sık düşüyordum. Kâh yola, kâh yolun sağında ve solunda bulunan ısırganlılara düştüğümü görenler; tanıdığım ve tanımadığım insanlar bana, “kalk da bir daha düş”, diyorlardı.
Hastalığım iki hafta sürdü. Nenem ve dedem beni sürekli okuyup, üflüyorlardı. Sonuç alamayınca, “cin çarpması” tespitiyle, nefesi ve okuması güçlü bir hocaya, şifası bol bir evliyaya/yatıra götürmeye karar verdiler.
Güneşli bir yayla sabahında nenem ve köyden birkaç kadınla, hem inekleri sürdüler, hem de beni Ocak Gıranı’ndaki yatıra götürdüler. Yokuş yukarı gidemediğimden ayaklarım beni gere geri çekiyordu. Nenem ve arkadaşları beni sırayla sırtlarına alıyorlardı.
Güneş kuşluk vaktini aldığı bir zamanda üstü büyük bir taş ile etrafı da küçük taşlar ile örülü ve kapalı; ocaklık büyüklüğünde, açık alanda, ortasından yol geçen (Ayı Deresi’ni Ağasarkaya ve Pantanlı’ya bağlayan yol), 300-400 yıllık tarihî mezarlığa vardık. Nenemin ve arkadaşlarının okumaları ve üflemeleri tükenmiyordu.
Nenem ve diğer iki kadın sırası ile abdest aldılar. İkişer rekât namaz kıldılar, çimenlerin üstüne serdikleri peştamalı seccade yaparak. Aradan bir saat geçti geçmedi, dönüş yolculuğuna başladık. Yolumuz, kalın topuk dediğimiz çimenler ile çevrilmiş, içi hayvan gidip-gelmeleri ile oyulmuş, yerlerden geçiyordu. Arazi meyilli idi. Yaylamız üç tepenin dibinde kurulmuştu. Meyilli ve yüksek yamaçlarda evler yoktu.
Akşam olunca, yayla evlerimizi bizden bir obuzun ayırdığı, “derin hocanın”, bize davet edildiğini iyi hatırlıyorum. “Derin hoca” nın sesini daha kapıda iken duyar duymaz, yatakların arasına, setlerin altına saklanıyordum.
Yaşlı, kısa ve beyaz sakallı hocanın karşısına oturtuldum. Okundum, üflendim. Muska yazılmadı. Çıkışta hoca bana, “yarın da görüşürüz” dedi.
Yatmadan önce nenemin bakır tas içinde verdiği, o zamana kadar öyle bir tat almadığım, renkli suyu bir yudumda içtim.
“Derin hoca” bir hafta bize geldi- gitti. Nenem, dedem ve derin hoca tarafından sürekli okundum, üflendim.
Bir gece derin bir uykunun sabahında kendime gelmişim. Etrafımda “cinler” yoktu.
Hasta olanın, marazlı olanın bu dağlarda, bu yaylalarda yaşama şansı, ayakta kalma imkânı asla mümkün değildi. Doktor yok, hastane yok, yol yok, iz yok. Hükümet yok! Ölen ölür; yaylaya konur, kalan kalır idi. Velhasıl gücü yeten yetene…
Çocukluğumuzu, sağlıkla ilgili konuların ve tedavi yöntemlerin kadınların, özellikle de, ninelerin/nenelerin yetkin olduğu bir zamanda geçirdik.
Çocukluğumuzu, imkânın az, imkânsızlığın bol olduğu bir zamanda ve mekânda geleneksel tedavî yöntemlerinin yoğun yaşandığı bir zamanda yaşadık.
Ahmet TESNİMÎ (12/12/2016 Sakarya)